En Yeni İçerikler

HAZİNENİN KİRA SERTİFİKASI (SUKUK) İHRACI

Hazine, 7 Kasım 2023 tarihinde uluslararası sermaye piyasalarında kira sertifikası (sukuk) ihraç etti. İhracın vadesi 5 yıl ve tutarı 2,5 milyar $ oldu. Getiri oranı ise yüzde8,5. Son kira sertifikası ihracıyla birlikte Hazine 2023 yılında uluslararası sermaye piyasalarından toplam 10 milyar $’lık borç bulmuş oldu.

Bu ihraç Hazinenin bu yılki ilk sukuk ihracı. Yıl içinde üç ayrı tahvil ile dış kaynak bulmuştu. Yurt dışı piyasalarda 19 Ocak ve 14 Mart 2023’te toplam 5 milyar dolar tutarında iki tahvil ihraç etmişti. Vadeleri 10 ve 6 yıl olup getirileri de sırasıyla 9,75 ve 9,5 idi. Ardından 13 Nisan 2023’te Yeşil Tahvil ihracı gerçekleştirmişti. Vadesi 7 yıl ve yatırımcıya getirisi yüzde 9,3 oldu.

Türkiye’nin CDS primi son günlerde 400’ün altına geriledi. O nedenle bu kira sertifikası ihracında getiri oranı yüzde9’un altında kaldı. Ama yine de yüksek maliyetle dış borç buluyoruz. Üstelik iç borçlanmada da 6 ve 7 Kasım tarihlerindeki ihalelerde faiz oranı yüzde 42’ye ulaştı. Hazine ve Maliye Bakanlığından yapılan açıklamaya göre Kira Sertifikası ihracına 200 yatırımcı, ihraç tutarının 3 katı kadar talep göstermiş. Yatırımcıların yüzde 45’i Orta Doğu, yüzde24’ü Birleşik Krallık, yüzde 18’i ABD, yüzde7’si diğer Avrupa ülkeleri, yüzde 4’ü Türkiye ve yüzde 2’si Asya’dan. Kira Sertifikası, diğer adıyla Sukuk’a ilgi gösteren yatırımcıların bir ortak yanı var. Sukuk bir faizsiz menkul değerdirİslami finans açısından faiz haram olarak kabul edilirken, Sukuk da mütedeyyin kesimin yararlanabileceği şekilde yapılandırılmış bir menkul kıymet çeşidi oluyor. Hazine, Kira Sertifikasını içeride ya da dışarıda ihraç ederek alternatif bir yatırımcı kesime ulaşıyor. Böylece yurt dışı ihraçlarda özellikle Körfez sermayesine de ulaşabiliyor. Elbette Kira Sertifikalarına islami finans bakış açısına sahip olmayan yatırımcı da talep gösteriyor. O nedenle Kira Sertifikası Hazine Bonosu/Devlet Tahvili gibi Hazinenin diğer borçlanma araçlarından farklı olarak bir borçlanma yapısı değil. Tahvil, sahibine faiz geliri sağlıyor. Hatta tahvil altına endeksliyse altın fiyatına endeksli TL cinsi faiz, dövize endeksliyse dövize endeksli TL cinsi faiz getirisi sunuyor. Ama Kira Sertifikası (sukuk) bir varlığa sahip olma ya da ondan yararlanma hakkı sağlıyor ve o dayanak varlık da bir gayrimenkul oluyor. Dolayısıyla bir varlığın, bir gayrimenkulün veya bir hakkın menkul kıymet haline dönüştürülmesiyle bir finansal araç yaratılmış oluyor. Bu sayede de likit olmayan gayrimenkuller likit hale getiriliyor.

Kira Sertifikası, bir varlığa sahip olma ya da ondan yararlanma hakkını gösteren, sertifika sahibine belirli dönemlerde sabit veya değişken getiri sağlayan, ikincil piyasalarda alınıp satılabilen bir faizsiz menkul değerdir.

Hazinenin ihraç ettiği tüm sukuklarda getiri sadece TL’ye dayanmak zorunda değil: Kira Sertifikası sahibine, gayrimenkulün kiralanmasından elde edilen kira gelirini payına göre dağıtıyor ve bu kira sözleşmesine göre bir kira getirisi sağlamış oluyor. Hazine, 2012 yılı Ekim ayından itibaren bünyesindeki Varlık Kiralama Şirketince TL cinsi Kira Sertifikası ihraç etmeye başladı. Ardından bu menkul kıymetleri çeşitlendirdi ve Kira Sertifikaları TL yanında Altın ve Döviz ile de satılmaya başlandı. Bu durumda kira getirisi altın fiyatına ya da dövize endekslenmiş oldu. Kira Sertifikalarının iç piyasada alıcısı çok. 2017 sonrasında Kira Sertifikaları daha da çeşitlendi ve iç borçlanma araçları içindeki payı yükseldi. Zaten TL Cinsi Kira Sertifikasının satışında TL’deki değer kaybı nedeniyle durağanlık ortaya çıkmıştı. Toplam ihraç edilen Kira Sertifikalarının içinde TL cinsi olanın payı düşerken Altına Dayalı ve Döviz Cinsi Kira Sertifikalarının payı arttı. İlk başta yurt içi ve yurt dışı piyasada kurumsal yatırımcılara yönelik olarak ihraç edilen TL Cinsi Kira Sertifikası, 2017’den itibaren Altına Dayalı Kira Sertifikası olarak bireysel yatırımcılara, Şubat 2019’da başta emeklilik ve yatırım fonları olmak üzere kurumsal yatırımcılara yönelik olarak da ihraç edilmeye başlandı. Kira Sertifikalarının satışı DİBS’lerden farklıdır: Kira Sertifikalarının Hazinece satışı Doğrudan Satış yöntemiyle gerçekleşiyor. Esasen Hazine’nin en sık kullandığı DİBS satış yöntemi, 1985 yılının ikinci yarısından itibaren önem kazanan ihale yöntemidir. Kira Sertifikalarının ve ayrıca Altın ve Döviz Cinsi Devlet Tahvillerinin ihraç yöntemi doğrudan satış yöntemi olduğu için, bu yöntem ihale yönteminin yanında önem kazanmaya başladı. Böylece Hazine Kira Sertifikası ihraçlarıyla 2018 sonrasında ihale yöntemi yerine doğrudan satış yöntemini yayınlaştırmış oldu. Hazine ihale yönteminde, kamuoyuyla ihale takvimini ve ihale sonuçlarını paylaştığından, bu yöntem oldukça şeffaftır. Oysa doğrudan satış yönteminde ihaleye çıkılmaz ve Kira Sertifikası gibi senetlerin başlangıçta kime satılacağı, kimlerin görevlendirileceği bellidir. Satışın yapılacağı kesimler, bankaların adları vs. Bakanlık internet sitesinde ihraç öncesinde ilan edilir. Dolayısıyla doğrudan satışın ihale yöntemi kadar şeffaf olduğu söylenemez. Kira Sertifikalarının tüm iç borçlanma araçları içindeki payı yükselirken, Hazine borçlanma araçlarının ihraç yöntemleri arasında da doğrudan satış yönteminin payı artmaya başladı. 2016 yılında tüm DİBS’lerin yüzde6,6’sı doğrudan satış yöntemiyle ihraç edilirken bu pay 2018 yılında yüzde8,6’ya, 2019’da yüzde28,3’e çıkarken son dönemde yüzde 35’e ulaştı. DİBS’lerin ihale yöntemiyle ihracında sektörün önde gelen bankalarının yer aldığı Piyasa Yapıcılığı Sistemi 2000’den bu yana alıcı olarak en önemli rolü oynuyor. Bu bankaların üçü kamu bankasıdır. Aralarında katılım bankası yoktur. Katılım bankaları, ihale sisteminin temel taşıyıcısı piyasa yapıcılar arasında yer almamalarına rağmen, borçlanmada Hazineye kaynaklık payı arttı. Nasıl oldu? Kira Sertifikaları sayesinde. Kira Sertifikalarının ihraç yöntemi doğrudan satış olduğu için, piyasa yapıcılığı sistemi dışında kalan katılım bankaları kira sertifikasının ihracı nedeniyle Hazine’ye kaynaklık etmede doğrudan satış yöntemiyle devreye sokulmuş oluyor. Görüldüğü gibi Kira Sertifikası faizsiz bir menkul değer olduğu için, onun ihracında çoğunlukla faizsiz bankacılığın temsilcisi katılım bankalarının rolü artmış oluyor.

1994 KRİZİ VE 5 NİSAN KARARLARINI HATIRLATMAK İSTEMEZDİK AMA..

  1994 krizi, ona yol açan nedenler ve çözüm önerileri açısından unutmak istediğimiz ekonomik krizlerden biri. Bir daha karşılaşmadığımız türde 3 haneli enflasyona, ilginç vergi çeşitlerine (Net Aktif Vergisi, Ekonomik Denge Vergisi vb), yoksullaşmaya, refah kaybına şahit olduk. Tarihin tekerrür etmemesi dileğiyle, kısaca hatırlayalım: 1990-1993 arasında iç talep genişlemesine dayalı büyüme stratejisi izleniyor, büyüme istikrara tercih ediliyordu. Ekonomi 1992’de %6, 1993’de %8 oranında büyüyordu. Ancak enflasyon oranı yavaş yavaş %60’ları aşmaya başlıyor, ekonomide belirsizliğe yol açarak kaynak dağılımında dengesizlik yaratmaya devam ediyor, bütçe açığı ve kamu borç stoku da artış trendini sürdürüyordu. Yüksek kamu açıklarının temelde Merkez Bankası kaynaklarıyla ile finanse edilmesi, düşük faiz politikasında ısrar edilmesi, ekonomik aktörlerin bol ve ucuz para ortamında dövize yönelmesine neden oluyor, enflasyon beklentilerini aşağıya doğru revize etmelerini engelliyor, bozulan kamu dengeleri ileriye dönük olumsuz beklentiler kısır döngüsü ile yüksek oranlı enflasyonu hazırlıyordu. Artan kısa vadeli sermaye girişi banka kredilerini beslerken buna bağlı olarak fon talebi artarak enflasyonu körüklüyordu. Bütçe finansmanında Merkez Bankası kaynaklarına başvuruluyor, bir çok banka dışarıdan temin ettikleri döviz kredilerinin önemli bir bölümünü DİBS satın alımında kullanıyordu. Kısa vadeli DİBS’lerin payı, toplam iç borç stokunun yaklaşık %20’si kadar olmasına rağmen kısa vadelilere ödenen faiz ödemesi uzun vadelilere ödenenden daha yüksek gerçekleşti. 1994 yılında vergi gelirlerinin %45’i, 1995, 1996 yıllarında ise yaklaşık %60’ı iç borç faiz ödemelerine gitti. 1994 krizinde bankacılık sektörü derin yaralar aldı, bankalar battı, çoğunun devralınmasıyla maliyeti omuzlarımıza yüklendi. Nakit dışı iç borç stokunun toplam içindeki payı kamu kurumları ve kamu bankalarının görev zararlarının artışı nedeniyle %40’a kadar yükseldi. Kredi derecelendirme kuruluşlarının not düşürmeleriyle zaten girişi dalgalı hale gelen kısa vadeli sermaye hızla çıkmaya başlayıp, hisse senetlerinin şişmiş fiyatlarının sürdürülemeyeceği anlaşılınca döviz kurundaki yükselişin önüne geçmek için faiz oranları arttırıldı, hatta gecelik faizler İnterbank piyasasında %1000’lere ulaştı ve elbette süper bono çıkarıldı!!. Merkez Bankası da piyasadan döviz satışına geçti ve rezervleri üç ay içinde 3 milyar $ azalarak 3,2 milyar $’a indi. Enflasyon oranı %125,5’e çıkarken, ekonomi %5,5 daraldı. Bütçe açığının GSYH’ye oranı %3,9’a ve Kamu Kesimi Borçlanma Gereği/GSYH oranı %10’lara yükseldi. Sonunda IMF geldi, 5 Nisan Kararları alındı. 700 milyon $ civarında IMF kredisi kullanıldı, TL’nin devalüasyonu serbest piyasaya bırakıldı, iç borçlar dış borçlarla ikame edilmeye başlandı, yabancı sermayenin teşvik edilmesi ve döviz girişi sağlayacak özelleştirme uygulamalarına hız kazandırılması, kamu kesiminde üretilen mal ve hizmet fiyatlarında çok yüksek oranlı ve ani zamlar yapılması ve kamu kesiminde ücret ve maaşların dondurulması şart koşuldu. 5 Nisan Kararları mali piyasalardaki dalgalanmaları hafifletti ama ekonomide yapısal reformlar yine yapılmadı. Dolayısıyla Türkiye’de kriz beklentisi o tarihten sonra da devam etti. 1994 krizi kişi milli başı gelirimizi de etkiledi. $ bazında yüksek gibi görünse de halkın refah seviyesinde düşüş yaşandığından 1993 yılındaki refah düzeyine ancak 4 yıl sonra geri dönülebildi. Üstelik yapışkan enflasyon yakamızı 10 yıl daha bırakmadı. 5 Nisan Kararlarıyla kamu gelirlerini arttırmak için Net Aktif Vergisi, Ekonomik Denge Vergisi, Ek Emlak ve Ek Motorlu Taşıtlar Vergileri bir yıllığına yürürlüğe girdi. Bu vergilerle kamu açıklarının kapatılmasına ve talebin aşağı çekilmesine çalışıldı. Özellikle Ek Emlak ve Ek Motorlu Taşıtlar Vergisi ödemeleri servet vergisi hasılatını iki katına çıkardı. Ancak durgunluk içindeki ekonomi vergi artışlarını içeren daraltıcı maliye politikası nedeniyle daha da daraldı. Ayrıca enflasyonist ortamda aşınan kamu gelirleri nedeniyle dönem sonunda maliye politikasının ekonomiyi yönlendirmedeki etkinliği kayboldu. Bugün bir yandan yüksek enflasyon, rekor düzeyde cari açık, baskılanan kur, düşük faiz politikasıyla uyumlu olmayan mevduat-kredi faizleri, bozulan fiyatlamalar ortamı unutulanları hatırlatıyor, diğer yandan yanlış ekonomik kararlar ile krize neden olunurken para ve maliye politikası işlevsiz hale geliyor. Tarih ve tekerrür… Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz 5 Nisan 2023

KAPİTALİZMİN SERMAYE/FİNANSAL BİRİKİM REJİMİ VE KRİZ YARATICI MEKANİZMASI

  Kapitalist sistemde sermayenin amacı üretimden çok “kârlılığa” odaklanır. Kapitalizmin içinde bulunduğu kârlılık krizi, sermaye birikimi sürecini zaman içinde reelden finansala taşıdı. Çünkü kapitalistler, daralan kâr hacmi ile bir köşeye sıkışmak istemezler. Günümüz koşullarında kapitalizmin en yüksek aşamasının küreselleşme olduğu kabul edilir. Kapitalizm küreselleştikçe, piyasa sisteminin özünde yer alan kriz yaratıcı mekanizma, tüm dünyaya yayılır. Önceleri uluslararası dolaşımda serbestliğini elde eden sermayenin yanında kriz de uluslararası dolaşıma çıkarak enerji krizi, petrol krizi şeklinde görülmeye başlandı. 1980’lere gelindiğinde üretime yönelik sermaye yatırımı ile finans piyasalarına yönelik finansal sermaye akımlarının önündeki engeller de kaldırılınca krizler küreselleşti. Kapitalizmin Sermaye Birikim Rejimi ve Kriz Tüm kapitalist üretim ilişkilerinin temeli ve sistemin yeniden üretilmesinin kaynağı, sermaye birikimidir. Kapitalist sistemin itici gücü sermaye birikiminin krizini aşma çabalarında referans alınan yaklaşım, krizlerin kapitalist sistemin doğasından kaynaklandığını ifade eden Marksist yaklaşımdır. Marx’a göre kapitalizm, kaosun vücut bulmuş halidir ve kendisi kriz demektir; insanlık tarihinde örneği olmayan derecede istikrarsızlık ve belirsizliği beraberinde getirmiştir.[1] Sadece Marx değil Keynes de kapitalizmin kendi doğası nedeniyle istikrarsızlığını kabul eder. Minsky, Post Keynesyen Finansal İstikrarsızlık yaklaşımında, Keynes’in kapitalizmin kendi doğası nedeniyle istikrarsız ve çöküş eğilimli olduğu yolunda kuvvetli bir argümanı olduğunu savunmuştur. Minsky’e göre Keynes’in analizinde üstü kapalı olan görüş, kapitalist ekonominin temelde kusurlu olduğudur.[2] Sermaye birikiminin mantığı, kapitalist ekonomilerin merkezinde yer alır. Bu nedenle, sermaye birikim sürecinin incelenmesi, kapitalist gelişim dinamiklerinin incelenmesi için başlangıç noktasıdır. Birikim süreciyle ilgili temel kavram olan birikim rejimi, sermaye birikim sürecinin oldukça uzun bir dönem boyunca istikrarlı bir şekilde sürmesini sağlayacak şekilde toplumsal ürünün, tüketim ve birikim arasında paylaşılması olarak tanımlanır.[3] Ancak kapitalist sistemler dönem dönem kâr hadlerinin düşmesiyle, istikrarlı sermaye birikim olanaklarını yitirirler. Ortaya çıkan kriz, bir yandan sistemin kendisini sürdürmesini, yeniden üretimini tehdit eder, diğer yandan da sistemde yapısal değişikliklere yol açarak sermaye birikiminin canlanmasının koşullarını yeniden yaratabilir.[4] Görüldüğü üzere kapitalizm, doğası gereği zaman aralıkları ile kriz üretir; üretim-tüketim dengesizlikleri yaratır. İkinci Dünya savaşından sonra, soğuk savaşın getirdiği askeri harcamalar, zaman zaman bölgesel sıcak savaşlar, devletin sosyal harcamaları krizlerin boyutunu sınırlı tutmuş, 1929 düzeyinde bir kriz yaşanmasını engellemiştir. Ancak finans kapitalin giderek spekülatif bir sermaye haline gelmesi ve izlenen neo-liberal politikalar 2008 küresel krizinin boyutunu 1950 sonrası krizlerine göre büyütmüştür.[5] Devletin ekonomideki etkinliğinin azaltılmasını, “devletin küçülmesini” öneren neo-liberal politikalar, özelleştirmeler, krizin şiddetini arttıran diğer bir etmen olmuştur. Neo-liberal iktisadın dayandığı temel kabuller çerçevesinde ve özellikle IMF ile Dünya Bankası’nın telkinleri doğrultusunda ülkeler birbiri ardına uygulamakta oldukları sermaye kontrollerini kaldırmaya başlamışlardır. Sermaye kontrollerinin kaldırılmasıyla birlikte finansal sermaye çok büyük bir akışkanlık ve bu akışkanlığın olanak sağladığı bir “cezalandırma yeteneği” kazanmıştır. Bu nedenle, alınan iktisadi kararların sermaye hareketlerini ne şekilde etkileyeceği, giderek kritik önem taşıyan bir husus haline gelmeye başlamıştır. Bu durumun çok önemli bir sonucu olarak hükümetler finansal sermayenin taleplerini, kitlelerin refahına ilişkin sorunları ve reel ekonomiyi göz ardı etme pahasına karşılama eğilimi içinde olmuşlardır.[6] Kapitalizmin (Finansal) Küreselleşmesi, Finansal Birikim Rejimi ve Kriz Küreselleşme, piyasaların serbestçe işleyişinin önündeki tüm toplumsal ve siyasal engelleri, sermayenin yararına kaldırma projesi olarak tanımlanabilir.[7] Bu projenin en önemli adımlarından biri, bilgi teknolojisindeki ve finansal araçlardaki hızlı gelişim ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, diğeri ise İkinci Dünya savaşından sonra birbiri ardına kurulan uluslararası finans kuruluşları ve onların aktiviteleridir. Kapitalizmin bir dünya sistemi olması, bunalımı tüm olumsuzluklarıyla merkezden çevreye taşır. Merkez, fazla üretimi çevreye aktararak durgunluğu aşmaya çalışır, bu da ekonomisi zaten hassas dengelere oturan bu ülkeleri tam bir yıkıma sürükler. Örneğin çevre ülkeleri, düşük maliyetli üretim alanları haline gelirken, çevrede çalışanlar da ucuz emek sömürüsünün yoğun baskısı altında hızla yoksullaşır.[8] Onun içindir ki küreselleşme kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Küreselleşme sürecinin ayrılmaz parçaları; serbest piyasa ekonomisi, serbest ticaret, serbest döviz kurları, finansal serbestleşme olup, neo-liberal politikaların en aktif aracı günümüzde finansal serbestleşmedir. O nedenle süreç finansal küreselleşme, yeni birikim rejimi de finansal sermaye birikim rejimi ya da finansal birikim rejimi olarak adlandırılabilir. Çeşitli yaklaşımlar finansal birikim kavramını farklı açılardan ele alır. Minsky’nin öncülüğünde Post Keynesyen yaklaşım[9] Keynes’ten yola çıkarak “spekülasyon” kavramının tanımlanması ve etkileri temelinde açıklamalar getirir. Keynes’in istikrarsızlık nedeni olarak üzerinde durmuş olduğu “belirsizlik” kavramı, Minsky tarafından “finansal istikrarsızlık hipotezi” çerçevesinde geliştirilmiştir. Minsky, finansal krizleri rastlantısal olaylar olarak değil; sistemik olaylar olarak değerlendirir. Finansal istikrarsızlığın ve bağlantılı olarak finansal krizlerin, kapitalist ekonomiye “içsel” olduğunu, dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan yaklaşık yirmi yıllık “sakin” dönemin, aslında, bir “anomali” olduğunu ileri sürer.[10] Finansal sermaye birikimi aynı zamanda, borçlanmada bir birikim süreci başlatır. Bu nedenle borçluluğun birikmesi, finansal sermaye birikim rejiminde borç verenlerin, bir başka deyişle finansal sermaye sahipleri diğer iktisadi aktörler üzerinde tahakkümü kurar. Buna, finansal sermayenin sınai sermayeye hakimiyeti, denir.[11] Onun içindir ki kapitalist sistem günümüzde sermaye birikimini sınai sermaye üzerinden değil, finansal sermaye üzerinden devam ettirir. Halihazırda finansal sermaye, yeni kârlılık alanları bulmak üzere sınai sermayeden daha hareketli ve hızlıdır. Ancak finansallaşmayla beraber iktisadi temellerden kopuk balonlar, reel üretimi amaçlayan sermaye birikimi yerine kısa vadeli rantlara yönelir ve istikrarsız ve kırılgan bir yapı ortaya çıkarır. Minsky’ye göre istikrarsızlık, kapitalizmi mümkün kılan finansal kurumlardan kaynaklanır. Ona göre kapitalist sistemin canlılığı ve gücü için gerekli olan finansal sistem, yatırım patlamasıyla beslenen, denetimden çıkmış genişleme potansiyelini barındırır. Birikmiş finansal değişimler, finansal sistemi kırılgan hale getirir.[12] Keynesyen sistemin ardından yeni dönemde yaşam bulan kapitalist sistemde sermayenin amacı üretimden çok “kârlılığa” odaklanır ve kapitalist sistemde kârın kaynağı bu noktada önemini yitirir. 1970’li yıllardan itibaren yaşanan, kapitalizmin içinde bulunduğu kârlılık krizi ile birlikte sermaye birikimi sürecinin finansallaşması olgusunun giderek yaygınlaşmasıdır. Pek çok ülke deneyimi 1990’lı yıllarda göstermiştir ki; finansal kriz yaşayan ülkeler, finansal sistemlerinin gelişimi ve düzenlenmesi yeterli olmayan, ancak ekonomilerini finansal ve reel olarak dış rekabete açmış ülkelerdir. Sermaye hareketlerinin yaratacağı istikrarsızlık ve panik ortamından zararlı çıkmışlar, bu modelin işleyiş ve dinamizmine uyum sağlayamamışlardır. Stiglitz (2004)[13] bu durumu tekne/deniz metaforu ile açıklar: Gelişmekte olan bir ülke, küçük tekneler gibidir. Sermaye piyasasını hızlı bir şekilde liberalleştirme, bu tekneleri daha gövdesindeki delikler kapatılmadan, kaptanına eğitim verilmeden, canyelekleri bordasına konulmadan fırtınalı bir denize yollamaya benzer. En iyi şartlar altında bile, büyükçe bir dalga, bu teknenin alabora olması için yeterlidir. Gelişmekte olan bir ülkenin finansal piyasalarının liberalleştirilmesinin doğuracağı sonuçlar da bundan farklı değildir. Krizin nedenleri tartışılırken finans sektörünün tek başına kriz yaratıp yaratamayacağının da irdelenmesi gerekir. Finans sektörü aracı bir sektördür ve yarattığı katma değer de sınırlıdır. Aracı bir sektörün tek başına derin bir krizin ana nedeni olması hala tartışılmaktadır. Hakim görüş, finans sektörünün krizin tetikleyicisi olabileceği, krizi derinleştirebileceği mümkün görülmekle beraber, tek başına kriz yaratamayacağıdır. [1] Roubini, Nouriel ve Stephen Mihm (2012); Kriz Ekonomisi, Dünya Ekonomisinin Çöküşü ve Geleceği, İstanbul, Pegasus Yayınları, s. 53. [2] Ibid., s. 57. [3] Taymaz, Erol (1993); “Kriz ve Teknoloji”, Toplum ve Bilim Dergisi, 46-61, Bahar 1993, s. 18. [4] Arın, Tülay (2013); Kriz, Devlet, İktisat ve Sosyal Güvenlik Politikaları, Seçilmiş Yazılar, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 5. [5] Akgüç, Öztin (2009); “Kriz Nedeni ve Çıkış Yolları”, Muhasebe ve Finansman Dergisi, 42, s. 8. [6] Erdoğdu, M. M. (2010); “Neo-liberal İktisatta Sonun Başlangıcı ve Keynezyen İktisadın Reenkarnasyonu”, Ed. by. H. Kapucu, M. Aydın, İ. Şiriner, F. Morady ve Ü. Çetin, Politik İktisat ve Adam Smith, İstanbul, Yön Yayınları, 2010, ss. 332-333. [7] Yıldızoğlu, Ergin (2008); Emperyalizm ve Siyasal İslam Arasındaki Fark, İstanbul, Siyah Beyaz, s. 157. [8] Öngen, Tülin (2003); Küresel Kapitalizm ve Sermayenin Yeni Hegemonya Stratejileri, Petrol-İş Yayınları, http://arsiv.petrol-is.org.tr/yayinlar/yillik/2003_yillik/01_sermaye/govde.htm [9] bkz. Minsky, Hyman P. (1984); Can “It” Happen Again? Essays on Instability and Finance, New York, M.E. Sharpe Inc. [10] Minsky, Hyman P. (1984); ss. 62-63’den aktaran Arıkboğa, Aysel (2008); Birikim Sürecinde Bölüşüm Dinamikleri: 1970 Sonrası İçin Karşılaştırmalı Bir Analiz ve Türkiye Örneği, T.C. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Maliye Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, s. 39. [11] İnsel, Ahmet (2001); “Mali Sermaye Birikimi Rejimi,” Birikim, Sayı: 145, s. 11. [12] Roubini ve Mihm, op.cit., s. 57. [13] Stiglitz, Joseph E. (2004); Küreselleşme, Büyük Hayal Kırıklığı, İstanbul, 3. Baskı, Plan B Yayıncılık, s. 39.